Çöplük ruhları Çember’in Anası’na emanet

Spekülatif bir felsefe başlığıdır bir çember ve var olma(ma) mekanları. Çünkü her iktidar çizgi çekmeye teşnedir, çizgiler çekerek ve noktalar dizerek ayrımcılığını sürdürür. Durması gereken yeri bilen noktadır, iki nokta yan yanaysa sonsuz uzayda çizgidir.

Çizgi devam ediyorsa, bir de yolu kendine doğru dönüyorsa ona çember denir. Ötekinin kendini tanımlandığı andır. Çizgi kendiyle çember olarak karşılaştığında, ben ile öteki arasındaki diyalekt tamamlanır.

Çemberler bundan dolayı direniş mekanlarıdır. İçeride ve dışarıda şeklinde bir ayrımı ürettiği an ikinci bir iktidar da yaratır. Büyük babanın karşısına çemberin hakikati tüm tekinsizliğiyle dikilir; adı da bazen Semiramis olur. Çemberin merkez kuvveti. 

Burçak Çöllü’nün yazıp yönettiği ve Kumbaracı50 sahnesinde hayat bulan Çember’in Anası sadece Babil’in yıkımının fantastik bir öyküsünü anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda “öteki” kavramının derinliklerine inerek, toplumun kıyısına itilmişlerin, sesi bastırılmışların ve yüzleşilmemiş travmaların çarpıcı bir kontürünü çiziyor.

Yaklaşık 95 dakikalık bu tek perdelik oyun, Babil Kulesi’nin gölgesinde yeşeren tuhaf – ver her haliyle bence kuir- ve grotestk bir direnişin, bir arada var olma mücadelesinin ve nihayetinde türlü yüzleşmelerin bir hikayesi olarak karşımıza çıkıyor.

Oyunun merkezinde, kendini kraliçe ilan eden Semiramis figürü yer alıyor. Ancak Semiramis’in hüküm sürdüğü “Çember,” ne ihtişamlı bir saray ne de “düzenli” bir topluluk. Hatta Semiramis’in kendine biçtiği nâmdan başka bir şeyi de yok.

Burası, Babil’in yeraltı kanallarında kurulan, yankesicilerden, eşcinsel şarkıcılara, kiralık katillerden yoldan çıkmış meleklere kadar, toplumun her türlü “istenmeyeni”nin sığındığı bir gettodur. 

Bu kibarcası, iktidarın tabiriyle tam bir çöplüktür.  İktidarların kamusal alanı tesis ederken bir çizgi hattını takip etmesi şaşılacak şey değildir. Kule gibi dikey bir çabanın takip ettiği ereksiyon hattı bataklığa kadar çekilir. Her seferinde yatay olanda yaşam, dikey olanda biat hakimdir.

Öyle ya da böyle her çizgi bir çaptır, tek çizginin iki ucunun birleşmesi esasında yok olmasıdır; artık bir çember vardır. İçi kendinden başka çok şeyle dolu olan Çember’in adeta merkez kuvveti olan Semiramis, bu dışlanmışların arasında bir tür ‘Meral Mommy’ figürü gibi belirirken, kendi geçmişinin karanlık gölgeleriyle de mücadele etmektedir. (Semiramis’e ayıp ettiysem beni bağışlasın ama her muktedir biraz kötüdür). 

Karakterlerin her biri, Babil’in “normal” addedilen düzeninin dışına itilmiş, farklı nedenlerle toplumun normlarına aykırı düşmüş bireylerdir. Anunit, isyankâr ve hırsız kimliğiyle ailenin ve toplumun beklentilerine meydan okurken; Tizkar, “leş yiyen” lakabıyla damgalanmış, şiddet dolu bir geçmişin izlerini taşımaktadır.

Hatta Tanrı Marduk’un “yoldan -o da başka bir çemberin konusu; dışarı olanı içleyen ‘yol’- çıkmışları yola sokmak” amacıyla Çember’e gönderdiği melekler Harut ve Marut bile, insani zaaflara yenik düşerek “öteki”leşme sürecine dahil olmuşlardır. 

Tek yol dayanışma! Çember daralıyorken dahi dayanışma!

Burçak Çöllü, bu “öteki” karakterleri salt mağduriyet üzerinden değil, kendi içlerinde barındırdıkları güç, dayanışma ve hayata tutunma çabalarıyla birlikte ele alıyor. Bir yazar için güç olan da bu, güçlü olan da bu. Çember, dış dünyanın acımasızlığına karşı bir sığınak, bir dayanışma ağı ve hatta absürt bir neşe kaynağı haline geliyor.

Semiramis’in liderliğinde, bu farklı kimlikler bir araya gelerek, kendi kurallarını ve değerlerini oluşturdukları bir mikro evren yaratıyorlar. Babil Kulesi’nin yıkılışı, sadece bir tarihi olay değil, aynı zamanda egemen güçlerin ve dayattığı normların çöküşünü simgeliyor. Semiramis’in “Çember”i koruma çabası ise, marjinalize edilmişlerin kendi varoluş alanlarını savunmaktan başka çaresi olmadığının karşılığı.

Metinde yer yer hissedilen didaktik ton ve yazarın güzel konuşmaya karar verdiği anlar, “öteki” olmanın ne anlama geldiği, toplumun dışına itilmenin bireyler üzerindeki etkileri ve dayanışmanın önemi gibi temaları vurgulama çabasından kaynaklanıyor olabilir.

Ancak bu didaktik ve mesaj veren yaklaşım, zaman zaman oyunun akıcılığını ve karakterlerin doğal akışını sekteye uğratabiliyor. Yazarın buna düşmemek için dünyasını iyice pislettiğini, karakter motivasyonlarını okunamaz hale getirdiğini görebiliyorum. Doğrudan mesaj verilecekse bile böyle verilmeli diye düşünüyorum.

Oyuncu rejisi oyunun en güçlü yönlerinden biri olarak öne çıkıyor. Her bir oyuncu, canlandırdığı karaktere derinlik ve inandırıcılık katmayı başarıyor. Sevil Akı’nın dominant ama kırılgan olağanüstü Semiramis yorumu, Ceyda Akel’in isyankâr Anunit’i, Ayşegül Uraz’ın baştan çıkaran Zora’sı, İbrahim Arıcı’nın adını unuttuğum kuleden süzülen ipek bir şalı andıran güzeller güzeli çıtı pıtı prensi, Meriç Rakalar’ın tekinsiz ve oldukça seksi Tizkar’ı ve özellikle Tolga İskit’in Lilitu performansı, izleyicinin bu “öteki”lerin dünyasına empati kurmasını sağlıyor.

Hatta parantez açayım Çember Tolga İskit’e bir de Afife kazandırmış. Gerçi ben İskit ne oynasa bu sene Afife onda diyenlerden olduğumdan övgü faslını burada bitiriyorum. (bitiremiyorum) Tolga İskit’in sahnedeki varlığı, Lilitu’nun hem kırılganlığını hem de direncini aynı anda yansıtarak, unutulmaz bir portre çiziyor (bitti).

Murat Kapu ve Gülhan Kadim’in yoldan çıkmış melekleri Harut ve Marut ise, kutsallık ve insani zaafların absürt bir karışımını sunarak, oyuna farklı bir boyut katıyorlar. Şarkı söylemeye ve dans etmeye başladıkları her an sinir boşalmasıyla gülmek arasında tonunu belirleyemediğim bir kahkaha atmaktan kendimi alıkoyamadım. Gülhan Kadim’in Yalınayak Müzikhol’undeki Yetersiz Bakiye’sinden sonra en çok güldüğüm karakteri olabilir sanırım. 

Konusu öteki olan ancak ötekinin gözüne bakmaya cesaret edememiş bir kalemden çıkmayan oyun tüm karakterlerinin ve hikayesinin  gözlerinin tam içine bakıyor. Yerli yersiz kullanılmaktan yorgun düşmüş bir kavrama soluk üflüyor. Alfredo Jaar’ın Eyes of Gutete Emerita’sı gibi Burçak Çöllü’nün çemberi de insan yaşamından daha uzun olan onura sahip bir üretim olarak kendini var ediyor. 

Sinem Öcalır’ın kostümleri ve İsmail Sağır’ın ışık tasarımı, Cihan Aşar’ın yarattığı o karanlık ve tekinsiz yeraltı şehrinin atmosferini başarıyla destekliyor.

Kostümler, her bir “öteki”nin kimliğini ve geçmişini yansıtırken, ışık oyunları ise Çember’in hem karanlık hem de matrak anlarını vurguluyor. Kumbaracı50’nin nispeten küçük sahnesi için oyunun zaman zaman “fazla kalabalık ve hareketli” olduğu hissedilebiliyor.

Özellikle çok sayıda karakterin aynı anda sahnede olduğu anlarda, odak noktası kaybolabiliyor ve sahne üzerindeki enerji biraz dağınık bir hal alabiliyor. Gerçi çember tam olarak böyle bir şey anlatmak istiyor gibi bir düşünce manevrasına hak verebilirim ama bu noktaya oyunu izledikten sonra geliyorum. Seyirci deneyimi olarak zorlanırken değil. 

Son olarak, Çember’in anası özgün bir metin olarak, “öteki” kavramına yeni olmayan ama eskimemiş de bir perspektiften yaklaşıyor. Ya da eskimiş ama eprimemiş bir sosyal adalet tavrında olduğunu söyleyebilirim. Ya ya ya da eski ama köhne değil. Bilmiyorum.

Oyun, sadece bir yıkımın hikayesini değil, aynı zamanda bu yıkımın enkazı altında yeşeren bir dayanışmanın, bir arada var olma arzusunun ve nihayetinde yüzleşmenin zorunluluğunun da hikayesini anlatıyor ve son buluyor. Semiramis’in finalde dile getirdiği, “İlk kadehimi her zamanki gibi tüm yenilmişlere ve susturulmuşlara kaldırıyorum. Onlar sustu, ama biz onları hala duyuyoruz ve gölgelerde hikayelerini fısıldıyoruz,” sözleri, oyunu  özetliyor gibi.

Çember’in Anası işte bu susturulmuşların hikayelerini, Babil’in gölgelerinde yankılandırarak, izleyicinin oyun üzerine salondan çıktıktan sonra yeniden düşünmesini sağlıyor.

Oyunun sonunda hissedilen o buruk tat, belki de kendi içimizdeki ve çevremizdeki “öteki”lere karşı geliştirdiğimiz mesafenin ve önyargıların bir yansımasıdır. Bu tuhaf ve karanlık masal, bizi kendi çöplüğümüz ve krallığımızla, hem ikisiyle hem de hiçbiriyle yani bizzat kendi olmaklığımızla yüzleşmeye davet ediyor. 

Bir hocam ruhu olsun da tuz ruhu olsun der hep. Yaşamakta olanın kıymetliliğini ve hakikatini vurgulayan bu söz  benden çöplük ruhlarına armağan olsun.

Çember’in Anası sezonun son iki oyununu 29 ve 30 Mayıs’ta Kumbaracı50’de oynuyor. Kaçırmayın!

(TY/EMK)

.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir