Öznel bir deneyimin postkolonyal okuması

Taşradan yola çıkan bir öğrencinin, sorgulamadan benimsediği hayallerle büyük şehre adım atması, aslında yalnızca bireysel bir yolculuğun değil, çok daha geniş ve derin bir zihniyetin, yani kolonyalist düşüncenin etkilerinin bir yansımasıdır. Bu hayaller, bireyin öznel arzularından ziyade, merkezin yani metropolün dayattığı normlar, başarı tanımları ve yaşam biçimleri tarafından şekillendirilmiştir. Öğrencinin zamanla karşılaştığı hayal kırıklıkları da bu nedenle yalnızca kişisel bir başarısızlık ya da uyumsuzluk olarak görülemez; tam tersine, sistematik ve tarihsel bir kırılmanın izlerini taşır. Bu kırılma, merkez-çevre ilişkisinin, taşrayı edilgen ve geri olarak konumlandıran kolonyalist tahayyülün bir sonucudur. Kolonyalist düşünce, bireyin tahayyül dünyasına sızarak ona neyin “değerli”, neyin “doğru” ve neyin “ulaşılması gereken” olduğunu dayatır. Dolayısıyla, bu öğrencinin yaşadığı düş kırıklığı, sadece kendi hayatına dair bir yenilgi değil; aynı zamanda sistemin nasıl işlediğine, bireyleri nasıl yönlendirdiğine ve hangi hayalleri meşru saydığına dair önemli bir sosyolojik göstergedir.

Periferiden merkeze

Toplumda “merkez” olarak kodlanan bazı coğrafyalar ve yaşam biçimleri, bu merkezin dışında kalan yerleri yani “çevre”yi değersiz, geri kalmış ve eksik olarak tanımlar. Bu mekânsal ve kültürel hiyerarşi, sadece fiziksel değil; simgesel bir ayrımı da beraberinde getirir. Bireylere, merkezde yaşamanın daha prestijli, daha anlamlı ve daha doğru olduğuna dair güçlü bir inanç sistematik olarak aktarılır. Bu inanç, yalnızca medya, eğitim ve popüler kültür aracılığıyla değil, aynı zamanda bireyin gündelik yaşam pratiklerine ve hayal gücüne sirayet ederek hegemonik bir düşünce biçimine dönüşür. Sömürge altında biçimlenen zihinler, zamanla merkezin değerlerini kendi değerlerinin yerine koyar; bu da bireyin benliğinde derin bir yabancılaşmayı doğurur.

Bir üniversite kampüsünü, büyük bir alışveriş merkezini veya ışıltılı bir sokağı çevredeki mahallelerden, köylerden ya da kasabalardan “üstün” görmek, tam da bu içselleştirilmiş kolonyalist tahayyülün bir tezahürüdür. Bu bakış açısı, çevredeki bireylerin yaşadığı mekânları, hayat tarzlarını ve kültürel formlarını sürekli olarak aşağılar ve görünmezleştirir. Kolonyalist zihniyet, çevreyi “geliştirilmesi gereken”, “geri kalmış” bir alan olarak tanımlar ve merkezdeki yaşamı idealize eder; ulaşılması gereken bir norm, bir ütopya haline getirir. Yani kültürel egemenlik, rızaya dayalı tahakküm kılığında kolayca istediğini eder. Rızaya dayalı tahakküm burada yalnızca siyasal bir üstünlüğü değil, aynı zamanda kültürel, mekânsal ve hayalî bir tahakkümü de içerir. Birey, bu hegemonik yapının içinde, kendi dünyasına dair değer yargılarını dışlar ve merkezin kodlarını içselleştirerek yaşar. Bu durum, yalnızca bireysel değil; daha geniş ölçekte sosyolojik bir çözülmeye, çevrenin sürekli yeniden marjinalleştirilmesine neden olur.

Eğitim ve ideolojik aygıtlar

Merkezde eğitim görmek, çoğunlukla özgürleşmenin değil; sistemin kurguladığı ve bireye dayattığı hayallerin daha yoğun bir şekilde içselleştirilmesinin bir aracı haline gelir. Bu eğitim süreçleri, bireyi özgürleştirmektense, onu mevcut toplumsal düzenin normlarına, değerlerine ve hiyerarşilerine daha da bağımlı kılar. Eğitim kurumları, görünüşte bireysel gelişimi ve eleştirel düşünceyi teşvik etse de, çoğu zaman egemen ideolojinin yeniden üretildiği mekânlar olarak işlev görür. Bu bağlamda, Louis Althusser’in “devletin ideolojik aygıtları” olarak tanımladığı okullar, yalnızca bilgi aktaran değil, aynı zamanda mevcut düzenin meşruiyetini pekiştiren yapılardır. Bu kurumlar aracılığıyla bireye neyin “başarı”, neyin “doğru” ve neyin “makbul” olduğu öğretilir; böylece bireyin tahayyül dünyası sistemin sınırları içinde şekillendirilir.

Ancak bu yapının farkına varan ve merkezin sunduğu hazır hayallerin dışına çıkmayı başaran birey, yalnızca pasif bir reddediş içinde kalmaz; aynı zamanda aktif bir anlam üreticisine dönüşür. Bu eylem, hegemonik temsillere karşı bir tür anlatı karşı-stratejisi olarak da okunabilir. Birey, sistemin biçimlendirdiği kimlik kategorilerinden sıyrılarak kendi deneyiminden, kendi coğrafyasından ve tarihsel bağlamından beslenen özgün bir üretim sürecine girer. Bu, hem bireysel bir dönüşümün hem de kültürel olarak alternatif bir tahayyül alanının başlangıcıdır. Böylece merkezî düzenin tekil anlatılarına karşı çoğulcu ve yerel anlatıların sesi duyulur hale gelir — bu da özgürleşmenin asıl kapısını aralar.

Dekolonize bir öznenin inşası

Kolonyalist tahayyülün ve merkezin dayattığı hayallerin farkına varan bireyler için hayal kurmak artık eski anlamını yitirir. Onlar için hayal, artık sistemin sunduğu hazır kalıpların içinde kurulan, ulaşılması istendiğinde bile bireyi kendi benliğinden uzaklaştıran bir yanılsama değildir. Bu farkındalıkla birlikte, birey hayal kurmayı bırakmaz; aksine, hayalini yeniden tanımlar. Kurduğu hayaller, artık kendi özgün benliğinden, tarihsel deneyimlerinden, mekânsal aidiyetlerinden ve kültürel bağlarından beslenir. Bu hayaller daha yalnız, daha çetin ve daha az alkışlanan olabilir; ancak içinde merkezin ürettiği, sonra da işlevsizleşince terk ettiği türden bir hayal kırıklığını taşımaz. Çünkü bu bireyler artık sistemin ideallerine değil, kendi hakikatlerine yönelmişlerdir.

Bu yöneliş, bireyin kendine ait bir bilgi alanı, kültürel üretim zemini ve merkez kurma çabası olarak tezahür eder. Başka bir deyişle, hegemonik merkezin dışında, hatta karşısında, alternatif bir merkezin inşasına girişirler. Bu süreç yalnızca bireysel bir dönüşüm değil, aynı zamanda sömürge sonrası düşüncenin en temel dinamiklerinden biri olan epistemolojik kopuşu da içerir. Artık bilgi, estetik ve anlam üretimi merkezden değil; çevreden, marjinalleştirilmiş olanın deneyiminden ve sesinden doğar. Böylece birey, kolonyal düşüncenin içselleştirilmiş yapısını çözerek daha hakiki, daha yerel ve daha özgür bir tahayyül alanı inşa eder. (SÇ/TY)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir