Meclis’te zeytinliklerin ve kırsal alanların enerji ve maden yatırımlarına açılmasını kolaylaştıran yeni yasa tasarısı gündemde. Tasarı, yatırım ve enerji projelerine öncelik tanıyan bir çerçevede meşrulaştırılmaya çalışılsa da başta ekolojistler olmak üzere birçok kesim bunun doğrudan bir talan yasası olduğunu savunuyor.
Tam da bu süreçte yayımlanan Mukufluk kitabı, zeytinlikleriyle bilinen Yırca köyünün termik santral sürecinde yaşadığı dönüşümü ve köylülerin direnişini anlatıyor. Kitap yalnızca ekolojik bir yıkımı değil, kırsal yaşamın, müşterek üretimin ve kolektif hafızanın nasıl hedef alındığını ortaya koyuyor.
Hem kitabın yazarı hem de Yırca Köyü Derneği gönüllülerinden Kenan Kahya ile Mukufluk’u ve Meclis gündemindeki yasa tasarısının olası etkilerini bianet’e değerlendirdi.
“Mukufluk” tam da Meclis’te zeytinliklerin enerji yatırımlarına açılmasını kolaylaştıran yasa tasarısı gündemdeyken yayımlandı. Bu denk geliş size ne düşündürdü? Tasarıyı duyduğunuzda neler hissettiniz?
Mukufluk, bir köyün termik santralle birlikte geçirdiği çarpıcı değişimi anlatıyor. Termik santrallerin ekolojik yıkımını fiziksel olarak izlemek nispeten kolay; peki ya topluluğun kültürüne, müşterek yaşam deneyimlerine olan etkileri, bunları nasıl gözleyebiliriz? Madenlerin, termik santrallerin kısacası büyük endüstriyel tesislerin müşterek yaşamda yarattığı kayıplar ağır, ortaya çıkardığı boşluklar derin. Yırca da bunu yaşayan herhangi köyden biri. Kayıpların yalnızca istatistiklerle anılmasına benzetirim bunu. “X sayıda kişi öldü!”. Kolayca söyleniveren, her birinin taşıdığı özel hikayeleri göz ardı edilen insanlardan biri gibi.
Endüstri ile birlikte, yavaş şiddete maruz kalmış ve günden güne coğrafyası değişmiş her bölgenin yaşadığı gibi kaderi: Dereleri kurumuş, toprakları el değiştirmiş, havası mahvolmuş bir köy. Mukufluk ile bu sıradan olanın içindeki özel hikayeye odaklandık. Müşterek hafızanın kaydını tutarak, yok oluşa karşı kurulan kolektif direnci aktarıyoruz. Genelden özele odaklandığımız ve etkileri okunabilir biçimde çıkardığımız bu kitapla amacımız da özelden geneleydi aslında. Mukufluk’u, tam da böyle yasalar geçmesin, doğayı sömüren projeler yapılmasın diye yazdık. Birlikte hatırlamak, yaşanılanları anlamak, mümkünse dönüşmek ve dönüştürmek üzere yazdık. Sözün yönünü geçmişten bugüne çevirdik. İki yılı aşkın bir süre boyunca çalıştık, 2500 dakika ses kaydı aldık, atölyeler, piknikler yaptık ve sonunda kitabı bastırdık. Çalışmalarımızın karşılığını somut biçimde görmenin verdiği sevinç ise yerini kısa sürede “süper talan yasasının” endişe veren gündemine bıraktı.
Yırca’da acele kamulaştırma kararıyla kesilen 6600 zeytin, bugün 10.kez getirilen bu “süper izin yasasının” ön izlemesi gibidir. Bu açıdan bize hiç yabancı değildir. Bu yüzden kitabın yayımlandığı günle bu yasanın gündeme gelişi arasındaki “denk geliş” bir rastlantı gibi değil de bir karşılaşma gibi: Mücadeleyle yazılmış bir kitabın, yerel mücadeleleri silmeye çalışan bir yasayla karşı karşıya gelişi. Kapitalizmin doğaya ve insan emeğine bakışını bir kez daha gözler önüne seriyor. Müşterek hafızamız susturulmak isteniyor. Mukufluk da işte bu noktada, hafızayı diri tutmak ve hatta hafızamızı bir direnç noktası yapabilmek için var.
“Acele kamulaştırma dünyanın en antidemokratik uygulamalarından”
Yasa çok teknik görünüyor: madde, fıkra, süre vs. Sizce teknik dilin altında nasıl bir siyasi taktik yatıyor? Yasa aslında ne diyor?
Yasanın teknik dili sanki bir sis perdesi; gerçeğin üstünü kapatan, çarpıtan bir üst yapı esasında. Akp iktidarı sermaye birikimini artırmak, toplumsal yaşamı fikrince düzenlemek için yine yeni kanuni düzenlemelere başvuruyor. 23 yıllık iktidarlarında 22 kez maden yasası değiştirmişler. Zeytinliklere göz koydukları benzer yasa girişimlerinin ise 11.si. Bunun meşru hiçbir yanı yok.
En kritik değişiklikleri projelerin Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) süreçlerine dair kurgulamışlar. ÇED zaten doğayı sömüren projeleri ayrıştırma ve uygulanmasının önüne geçme noktasında hiçbir işe yaramıyordu. Öyle ki, her 10.000 projenin sadece 10 kadarı ÇED olumsuz sonucu almış, 9.990’ı ise süreci aşmış. Şimdi bu “dostlar alışverişte görsün” – ÇED’inden de kurtulmanın peşindeler.
Teknik terimleri de genişletiyorlar. Daha önce getirdikleri yüksek kamu yararı düzenlemesinin yanına “stratejik ve kritik madenler” adı altında yeni bir talan terimi daha ekliyorlar. Doğayı savunan herkesi hukuken savunmasız hale getiriyorlar. Dünyanın en antidemokratik uygulamalarından olan acele kamulaştırma usulü ile istedikleri her yeri alabilecekler ve itiraz dahi edilemeyecek. Yıllardır sermayenin çıkarına talan edilen topraklar sermayeye tapulanacak, toprağın ticarileştirilecek. Bunlara yenilenebilir enerji projelerini hızlandırıyoruz mantığıyla “çevreci” bir kılıf da buluyorlar. Meraları güneş enerjisi projelerine açıyorlar. Rüzgar enerji santralleri de karbonsuz görünür ve sempatiyle bakılır; ama şimdiye dek ekolojik yıkıma neden olacak çok fazla RES projesiyle karşılaştık. Mücadeleler sayesinde birçoğu iptal de oldu. Şimdi bu mücadelenin hukuki altyapısı yok edilebilir.
Yetmiyormuş gibi maden ruhsat bedellerini de düşürüyorlar ve sözüm ona bir rehabilitasyon bedeli tahsil edileceği de eklenmiş. Siz doğayı yok ederek madencilik yapan ve sonrasında yok ettiği yaşamın bir nebze yeşermesi için rehabilitasyon projesi yürüten bir şirket biliyor musunuz? Benden sonrası tufan anlayışıyla, dört bir yanımızı talan eden bu şirketler, alacakları yeni yetkilerle tüm hayatımızı yeniden şekillendirecekler. Artık iktidar “ben yaptım oldu” anlayışını da başka boyuta taşıyor. Halkın karar alma süreçlerine katılımı sıfırlanırken; yalnızca yatırımcıların menfaati gözetiliyor. Bu teknik tahakküm onaylanırsa, yeni bir yaşam biçimi dayatmasıyla “sözsüz” kalacağız.

Yasa yalnızca doğayı değil, kırsal yaşamı da etkileyebilir mi? Sizce düzenlemenin kırsal alanlar ve toplumsal yaşam üzerindeki etkileri neler olur?
Şüphesiz ki bu yasa, sadece doğaya değil, doğayla uyum içinde yaşayan insanlara ve o insanların kurduğu müşterek hayata yönelmiş bir saldırı niteliğinde. Mukufluk’un yazım sürecinde de çok şaşırmıştık: Başlangıçta, termik santralin coğrafya üzerindeki etkileri çerçevesinde kalacaktık. Oysa kırsal yaşam ve doğayla kurulan bağlar o derece iç içe ki mesele ekolojik yıkımı aştı ve ötesine geçti. Emeğin geçirdiği yapısal dönüşüm, bu geçişe giden izleri takip etmekte önemli bir eşikti.
Dayanışma pratiklerinin gerilemesi, paylaşım kültürünün aşınması, birlikte vakit geçirilen ortak zamanın azalması… Bunların hepsi, doğanın nasıl yönetileceği üzerinden kurulan bir “kırsal toplum mühendisliği” meselesi. Bu yasayla, benzer deneyimler çok daha geniş coğrafyalarda yaşanabilir. Kendi toprağına emek veren üreticiler, işçileşebilir; kolektif toprak emeğinin yerini bireysel hayat mücadeleleri alabilir. Bir arada verilen emek ve paylaşılan ortak zamanın yerini gevşeyen toplumsal bağlar, kaybolan hafıza alabilir.
Kırsalda üretim yalnızca geçim meselesi değildir, yaşamla kurulan bağdır. Dolayısıyla bu yasa, kırsal emeği ortadan kaldırarak, bu üretim biçiminin yarattığı hayatı da hedef alıyor. Üretim biçimi dönüştüğündeyse, kırsal artık kırsallıktan çıkar, sadece bir “yatırım alanına” dönüşür. 10 yıl evvel Yırca zeytin direnişinde yaşanan da salt zeytin ağaçlarının kesilmesiyle ilgili değildi; yaşam biçiminin kökten değiştirilmesiyle ilgiliydi. Şimdi yapılan bu değişimin hukuki zemine taşınmasıdır.
“Yasa geçerse bir mücadelenin hafızası sekteye uğrar”
Yırca’da hukuki bir kazanım elde edilmişti ancak bugün yeni bir yasa bunu geçersiz kılabilir. Sizce bu durum ne anlama geliyor?
Yırca zeytin direnişi, bu ülkede ekolojik yıkıma karşı verilen en sembolik direnişlerden biri oldu. Sadece zeytin ağaçları değil, hukuki mücadeleyle kazanılan bir meşruiyet zemini de vardı. Belki de bu kadar ileri bir aşamaya gelmiş projeler nezdinde kazanılan son hukuki mücadeleydi. Danıştay kararı, acele kamulaştırmayı iptal etmişti; gerekçeli kararı ders niteliğindeydi. Karar gelene kadar zeytinlerin kesilmesi ise iktidarın hukuksuz uygulamalarının başlangıcıydı. Sonra çeşitlenerek devam etti ve bu yasaya kadar geldik. Yırca’da hukuk geç kaldı belki ama o mücadele toplumsal hafızaya kazındı. Yerel hafızanın getirdiği mücadele çok daha geniş bir müşterek zeminde başka bir hafıza yarattı.
Şurası net ki, bu yasa geçerse, 10 yıl önce Yırca’da verilen mücadeleyle engellenen termik santral ve köylülerin yeniden büyüttüğü zeytinler boşa düşer. Hukuki anlamda değerini kaybeder. Bir mücadelenin hafızası sekteye uğrar. Buna bir tür rövanş yasasıdır diyebiliriz. Mücadelenin tüm kazanımlarını geçersiz kılan, hafızasını yok eden; üstelik beraberinde büyük rantlar da taşıyan bir yasa bu. Dolayısıyla bu yasa geçerse, yalnızca yeni maden sahaları değil, geçmişte iptal edilmiş projeler de yeniden canlandırılabilecek. Gelen yasaya bir de bu gözle bakmakta ve geçmişte kazandığımız mücadeleleri hatırlamakta fayda var. Çünkü kolektif bir hatırlayış, yalnızca geçmişi değil geleceği de savunmaktır.
Bugün birçok yerde ekolojik yıkım projeleri yerel direnişlerle karşılaşıyor. Fakat bu mücadelelerin önüne, sürekli yeniden düzenlenen yasa metinleri çıkıyor. Sizce bu yasa geçerse Yırca’daki gibi bir direniş yeniden mümkün olur mu? Yoksa yeni mücadele biçimlerine mi ihtiyaç var artık?
Türkiye’de ekoloji direnişlerinin mücadele hattı sürekli yeniden kuruluyor. Akbelen bu noktada önemli bir örnek. Çünkü bu yasa, koordinat vererek alenen Akbelen ormanlarının çevresindeki köyleri ve zeytinlikleri maden sahasına açmayı hedefliyor. İkizköylüler, şirketin iktidarla işbirliği içinde bu yasayı getireceğini ve Akbelen ormanlarının ardından, zeytinliklerini de hedef alacaklarını açıkça söylemişlerdi. Üstelik bunu kaybettikleri ormanların yasını tutarken dile getirmişler ve dayanışma çağrılarını yinelemişlerdi. İktidar ve şirketlerin işbirliği, yasımızı tutmamıza bile izin vermiyor! Hemen sonraki adımlarını düşünmemiz, hazırlık yapmamız gerekiyor.
Öte yandan mesele salt Türkiye’ye özgü değil. Bir kriz sarmalı içindeki dünya kapitalizmi, çıkışı ekstraktivizmde yani vahşi madencilikte arıyor. Üstelik artık çok da fütursuzlar: Trump açıkça Ukrayna’nın nadir toprak elementlerini savaş pazarlığı konusu haline getiriyor ya da Grönland’ı işgal edeceğini söylüyor. Türkiye bu küresel yağmacılık yapısının bir parçası. İktidarın içinde bulunduğu ve aşamadığı derin ekonomik kriz de bunu perçinliyor. Ülkede ne kadar toprak altı varlık varsa, hepsini bedeli ne olursa olsun çıkarmak, sermayeye dönüştürmek istiyorlar.
Hukuki mücadele alanımızın daraltılmasına karşın, kamusal hafızayı ve toplumsal meşruiyeti büyütmek için yaratıcı, yatay ve çoğulcu örgütlenme biçimlerini öne çıkarmalıyız. Bu yasa özelinde sadece zeytinlikleri değil, kolektif üretim emeğini, müşterek yaşam biçimlerini ve kültürel bir koruma pratiklerini de savunmalıyız. Yeni dönemde iktidarın ekolojik müdahale biçimlerini çoğaltacağı da aşikar. Buna karşı yeni refleksler geliştirmemiz, daha hızlı iletişim ağları oluşturmamız, yerelden genele yayılan eş zamanlı dayanışma biçimleri kurmamız hayati. Yasa geçerse hukuki zeminde bir savunma neredeyse yapılamaz olacak; bu da “hukuki olmayan ama toplumsal açıdan meşru” direnişlerin artması anlamına gelecektir.

“Hukuki bir metinle müşterek yaşam biçimlerini askıya alamazsınız”
Yasa hazırlanırken halkın, üreticilerin, doğa savunucularının fikri alınmadı. Eğer söz hakkınız olsaydı Meclis’te yasa üzerinde çalışanlara ne söylemek isterdiniz?
Toprağın, suyun, havanın mülkiyeti olmaz. Ekolojik varlıklar birer yatırım sahası olarak görülemez. Doğaya yapılacak her müdahale aynı zamanda kolektif hafızaya ve toplumsal bağlara da müdahale niteliğindedir. Hukuki bir metinle, doğayla uyumlu, müşterek yaşam biçimlerini askıya alamazsınız.
Bu yasa yalnızca maden ruhsatı ya da enerji üretim lisansı dağıtmıyor, hepimize “siz yoksunuz” demenin yeni bir yolunu tarifliyor. Toprağı ekenleri, zeytine gözü gibi bakanları köylerini terk etmeye zorlamanın hukuki kılıfını yaratıyor. Üreticilerle, dayanışma ağları ören doğa savunucularının da sesini kısmaya çalışıyor. Yalnızca toprağa değil, insan ilişkilerine, birlikte yaşama iradesine de saldırıyor. Dolayısıyla bu yasanın dayattığı yaşam biçimini de kabul etmiyoruz. Toprakla kurduğumuz bağ, kar zarar hesabıyla ölçülemez. Zeytincilik, yalnızca bir tarım ürünü değildir, bir yaşam biçimidir. Bu yüzden de bu yasa, sadece bugünün değil, geçmişin ve geleceğin gaspıdır.
Son olarak bu yasa için çalışanlara Mukufluk’u okumalarını öneririm. Kitap basılı hale gelince köyde bir heyecan yarattı. Köydeki sohbetlerde, “Termik santral ya da maden yapılması kabul edilen bir köyde, öncesinde bu kitabı okunsaydı, kararları değişir miydi?” sorusuna aldığım “değişirdi” yönündeki net yanıtlar, bu kitabın yazar emekçisi olarak beni bile şaşırttı. Yırcalılara da, gelecekten böyle bir kitap gelseydi, en başta farklı davranırlar, farklı mücadele biçimleri geliştirirlerdi. Hüzünlü ama bir o kadar da umut verici.
Son olarak, eklemek istediğiniz bir şey var mı?
İktidar tahakküm sınırlarının son raddesine dayandı. Hayatımızın her alanı büyük kuşatma altında. Buna karşı, ses çıkarmak, dayanışma ağları örmek ve özneliğimizi geri kazanmak yalnızca politik değil varoluşsal bir meseledir. Bu yasayı defalarca kez getirmelerine rağmen oluşan kamuoyuyla geri adım atmışlardı. Ama şimdi koşullar farklı ve iktidar sıkışmışlığı içinde bu kez çok daha fazla zorlayacak. Yine de enseyi karartmayalım, çünkü öte yandan bahar direnişleriyle birlikte kolektif eylem kapasitemiz de canlandı ve başka bir boyut kazandı.
Şimdi etrafımızdaki ekoloji hareketlerine kulak kabartmanın, çağrılara yanıt vermenin tam zamanı, bugün 19’da, Kadıköy İskele meydanında; yarın 11’de, TBMM Dikmen kapısının önünde ve birçok şehirde yapılacak buluşmalara var önümüzde. Kısa vadede eylemlere katılmak, yaygınlaştırmak, eylem biçimlerini çeşitlendirmek en acil olanı. Uzun erimli olarak ise Mukufluk ile ekoloji mücadelesinde bir hat oluşturmaya çalıştık. Şimdi hem başka köylerde hem de ekoloji hareketleriyle söyleşiler yapmak; kültürel hafızanın önemini konuşmak ve kolektif hafızayla bir direnç noktası oluşturmak istiyoruz.
Mukufluk’a şu an için Beyoğlu Gıda Topluluğu’ndan ulaşabilirsiniz. Oradan alışveriş de yaparsanız, yerel üreticileri ve topluluğun kentte ördüğü dayanışma pratiklerini de desteklemiş olursunuz. Devrimi bekleyemeyiz, onun kendisi olabiliriz.